İyi birşeyin fazlası

-
Aa
+
a
a
a

The Guardian18 Şubat 2003

Biz bir biyolojik silâhız. 15 Şubat Cumartesi günü savaş karşıtı hareket 70 bin ton kadar organik maddeyi Londra sokaklarına, benzer miktarları da dünyanın dört bir yanındaki mahallere bıraktı. Bu kitle istilâ silâhının, Batı hükûmetlerinin güvenliğine belli başlı bir tehdit oluşturması amaçlanmaktaydı.

Yürüyüşlerimiz benzersizdi, ama, şu âna kadar bunların başarısız olduğu anlaşılıyor. ABD ve Britanya hükûmetlerinin bağışıklık sistemleri, umduğumuzdan daha sağlam çıktı. Bu hükûmetlerin uzlaşmazlığı dünyayı bir dizi cevapsız soru ile karşı karşıya bırakıyor.

İllegal kitle imha silâhlarının yarattığı en âcil tehdit Hindistan’la Pakistan arasındaki nükleer çatışma iken, neden ABD hükûmeti bunu görmezden geliyor da Irak’a odaklanıyor? ABD hükûmeti insan haklarının bu kadar önemli olduğuna inanıyorsa neden Cezayirlilerin, Özbeklerin, Filistinlilerin, Türkiye’deki Kürtlerin ve Kolombiyalıların baskı altına alınmasına maddi destek veriyor? Neden açların beslenmesi, temiz su sağlanması ya da hastalıkların önlenmesi değil de Irak’ın bombalanması dünyanın en âcil insanlık kaygısı halini alıyor? Neden bu bombalama, Amerika’nın tüm yıllık denizaşırı yardım harcamalarının dört katı büyüklükte bir bütçe gerektirecek kadar âciliyet kazanmış bulunuyor?

Dünyanın en seçkin coğrafya uzmanlarından biri olan Profesör David Harvey, Oxford’da kalabalık topluluklara verdiği bir dizi konferansta, ABD hükûmetinin savaşa girme kararlılığının şimdiye kadar yapılmış ilk kapsamlı izahını getiriyor olabilir. Profesör Harvey’in analizinden, bu kararlılığın Irak’la pek az ilgili olduğu, kitle imha silâhları ile daha da az bağlantılı olduğu, hele hele ezilenlere yardım konusuyla hiçbir ilgisi bulunmadığı ortaya çıkıyor.

Pazar büyümezse fiyatlar çöker

ABD’nin karşı karşıya bulunduğu sorunun altında, tüm başarılı ekonomileri dönem dönem etkileyen sorun yatıyor: Sermayenin aşırı birikimi. Herhangi bir malın – ister araba olsun, ister ayakkabı, isterse muz – aşırı üretimi şu anlama gelir: Yeni pazarlar bulunmadıkça o ürünün fiyatı düşer ve fiyatlar çöker. Tıpkı 1930’ların başında olduğu gibi ABD şimdi de eşyanın, mamul ürünlerin, imalat kapasitesinin ve paranın fazlalığından sıkıntı çekiyor. Tıpkı o dönemde olduğu gibi, şimdi işgücü fazlası sorunu ile de yüzyüze. Ne var ki, bu ikisinin fazlalığı, eskiden olduğu gibi şimdi de kârlılık içinde bağdaştırılamıyor. Bu sorun ABD’de 1973’ten beri kendini gösteriyor. Şu âna kadar ABD bunu çözmek ve böyle yaparak küresel egemenliğini sürdürebilmek için, mümkün olan her yolu denemiş durumda. Böylece, elde tek geçerli siyasal seçenek, olarak savaş kalıyor.

1930’larda ABD hükûmeti sermaye ve emek fazlası sorununu New Deal politikasıyla halletmeye çalışmıştı. Geniş çaplı altyapı, eğitim yatırımları ve sosyal harcamalar para fazlasını emdiği gibi, imalat için yeni pazarlar yarattı ve yüzbinlerce insanı yeniden iş sahibi yaptı. 1941’de ABD hükûmeti askeri harcamaları aynı amaçla kullandı.

Savaştan sonra Avrupa ve Japonya’da yapılan geniş çaplı harcamalar Amerika’nın nakit fazlası yükünü atmasını ve aynı zamanda yeni pazarlar kurmasını sağladı. Aynı dönemde, ülke içinde altyapı ve güney ve güneydoğu eyaletlerinin ekonomilerinin gelişmesi için cömertçe harcamalar yapıldı. Bu strateji 1970’lerin başına kadar başarılı oldu. Ama, o tarihlerden itibaren karşıkonulmaz üç oluşum olgunlaşmaya başladı. Alman ve Japon ekonomileri geliştikçe ABD üretime hakim olamaz hale geldi. Bu ekonomiler, geliştikçe sermaye fazlasını emmez oldular ve bu fazlayı ihraç etmeye başladılar. Aynı zamanda daha önceki onyıllarda yapılmış yatırımların getirileri gelmeye başladı ve bunlar da yeni fazlalar yarattı. 1973 krizi, mülk piyasalarının dünya çapında çöküşü ile başladı, ki bu piyasalar artık sindirmelerine imkân bulamadıkları para fazlasını kusmaktaydılar aslında.

ABD, yepyeni bir yaklaşıma ihtiyaç duymaktaydı; iki pervasız çözüm yoluna başvurdu. Bunlardan ilki, küresel üretimin hakimiyetinden, küresel finansın hakimiyetine geçmekti. ABD Hazinesi, Uluslararası Para Fonu (İMF) ile birlikte hareket ederek, gelişme yolundaki ülkelerde Amerika’nın ticari bankaları için yeni fırsatlar yaratmaya başladı.

Çözüm yolları işlemeyince...

İMF, kendisinden yardım alan ülkelerin kendi sermaye piyasalarını serbestleştirmesi üzerinde diretmeye başladı. Bu serbesti Wall Street spekülatörlerinin girmesine ve çoğu kez onların ekonomisini yağmalamasına imkân verdi. Spekülatörlerin sebep oldukları mali krizler bu ülkelerin varlıklarının zorunlu olarak devalüe edilmesine (değer kaybetmesine) yol açtı. Bunun ABD ekonomisine iki yararlı etkisi oldu. Latin Amerika’da ve Doğu Asya’da bankalarlarla imalat sanayilerinin çöküşü yoluyla sermaye fazlası yok oldu. O zaman, bu ülkelerde iflas eden şirketler de ABD şirketleri tarafından ölü eşek fiyatına satın alındılar ve böylelikle Amerikan sermayesinin yayılabileceği yeni alanlar yarattılar.

İkinci çözüm ise, Harvey’in “mülksüzleştirme yoluyla birikim” adını verdiği şeydi. Gerçekte, gündüz gözüyle soygun demenin kibarcasıdır bu. Köylü ve çiftçilerin toprakları ellerinden kapılıp götürüldü; özelleştirmeler yoluyla kamu varlıkları vatandaşların elinden alındı; enformasyonun, insan genlerinin, hayvan ve bitki çeşitlerinin patentlenmesi yoluyla fikri mülkiyet herkesin elinden alındı. İMF’nin ve ticari bankaların yarattığı tahribatın yanı sıra, küresel adalet hareketinin doğmasına yol açan süreçler işte bunlardı. Bütün bu hallerde, sermayenin yayılabileceği, fazlaların emilebileceği yeni alanlar yaratılmış oldu.

Ama şimdi bu çözümlerin her ikisi de işlemiyor. Beş yıl önce ekonomileri IMF tarafından mahvedilen doğu Asya ülkeleri toparlanırken, bu ülkeler bir kez daha kendi geniş çaplı sermaye fazlararını yaratmaya başladılar. Küresel tahakküm yolu olarak Amerika’nın üretimden finans alanına kayması ve hükûmetin buna bağlı ekonomik kötü yönetimi, Amerika’yı çözülmeye ve ekonomik çöküşe daha yatkın hale getirdi. Şirketler, mülksüzleştirme yoluyla fırsatlarını yaygınlaştırma peşinde koşarlarken yoğun kamu direnişi ile karşılaşmaya başladılar. Tek barışçı çözüm yeni bir New Deal politikası uygulamak; ama, bu seçenek de ABD siyasal sınıfı tarafından bloke ediliyor: Bu sınıfın izin verdiği tek yeni harcama biçimi, askeri harcamalar. Dolayısıyla, elde kalan tek şey, savaş ve emperyal denetim oluyor.

Irak’a saldırmak, ABD’ye bir yandan küresel tahakkümünü korurken bir yandan da sermaye fazlası yükünden kurtulma yolunda üç ilâve imkân sağlıyor. Bunlardan birincisi, ekonomik yayılma için yeni coğrafi alanlar yaratılması. İkincisi (bu Harvey’in öne sürdüğü noktalardan biri olmamakla birlikte), askeri harcamalar. (Bazıları buna “askeri Keynesçilik” adını veriyor.) Üçüncüsü ise, petrol arzını denetim altına almak suretiyle diğer ülkelerin ekonomilerini denetlemek. Dünyadaki petrol kaynaklarının azalması ile birlikte bu, gitgide daha güçlü bir manivela haline gelecek. Ne mutlu ki, meşruiyet gitgide gerekli hale geldikçe, hem ABD’de hem de Britanya’da bir yığın eski demokrat, imparatorluğun pek de o kadar kötü bir sözcük olmadığına, öteki uluslardan oluşan barbar sürülerinin de yüce gönüllü bir süper devletin inayeti ile biraz medenileşmesinin hiç de fena olmayacağına âniden karar veriverdiler.

ABD’nin strateji uzmanları, yayılmanın bu yeni aşamasını yıllardır planlamaktalar. Şu anda Savunma Bakan yardımcısı olan Paul Wolfowitz, daha 1990’ların ortalarında, Irak’ı istilâ etmenin gerekli olduğunu yazmaktaydı. Yaklaşan savaş terörizm, şarbon, VX gazı, Saddam Hüseyin, demokrasi ya da Irak halkına yapılacak muamele konusunda filân olmayacak. Bu savaş, böylesi bütün girişimlerde olduğu gibi, bölgelerin, kaynakların ve başka ülkelerin ekonomilerinin denetlenmesi konusunda olacak. Bunu planlayanlar, pekâlâ farkındalar ki, gelecekteki hâkimiyetleri ancak şu basit ekonomik formül sayesinde mümkün olabilecektir: Kan, yenilenebilir bir kaynaktır; petrolse değildir.

Çeviren: Ömer Madra

Metnin orijinalini görmek için lütfen tıklatınız